14 Şubat 2010 Pazar

Totem und Tabu

            Kitabın başlığına konu olan bu kavramlar - totem ve tabu - din, ahlak, kıskançlık gibi mücerret oluşları beraberinde getirdiği için içerik olarak tartışılmaya açık bir eserdir; fakat Freud burada insanların beynine hapsolmuş realistik şablonları daha alçak seviyeye indirmiş bir şekilde yazıya geçirmiştir.

            Sigmund Freud, kendi çalışmaları üzerine kurduğu ve psikolojik kuramlar içerisinde önemli bir yere sahip olan psikianalizin nabzını tutarak bu iki kavramı,  aralarında lojik bir bağ bulunacak şekilde çözümlemeye, analiz etmeye çalışmıştır. Burada dikkat edilmesi gerekilen husus, bu kitabı okuduğumuzda aklımızda beliriveren ''totem'' ve ''tabu'' kelimelerinin, okullarda veya günlük yaşantımızda edindiğimiz görsel bilgilerle aynı olmadığı konusudur. Zira Freud'un  eserinde anlatmaya çalıştığı şey: bu eseri kaleme alırken insanın medeniyet kronolojisini; yani insanın yeryüzünde sosyal hayat kurduğu zamanlardan beri rutin haline gelmiş ve hepsi, tanrının irrasyonel bakış açısı olduğu ilkel kavimlerin, kutsal manaya sahip insan biçiminde tasvir edilen dikitlere karşı kendilerini koruduklarını ve tüm bu yaşamsal faaliyetlerin vermiş olduğu nevrotik durumdan dolayı korku ve nefreti gözler önüne serdiği yönündedir. İçi boş bir metali birbirine vurduğun zaman çıkan sesten farkı olmayan Din'e, karşı gelenler, Tabu'yu yıkanı cezalandıran ilkel insanlar, içlerindeki bastırılmış öfkeleri ile inancın psikianalizce olduğu belirtilir. Kitapta da görüldüğü üzere grupları, aralarındaki biyolojik bağ belirlemez; bilakis o grupların bağlı oldukları totem belirler.
   
           S. Freud bu eserinde, birçok kültürde de tabu olan Ensest yasağını,  psikianaliz açısından değerlendirmiştir. Frued burada antropolojik bulgulardan yararlanarak sözkonusu yasağı inceler ve bu yasağın ilkel insanların sürdürmüş oldukları yaşamları üzerinde ''nasıl'' bir etkiye sahip olup olmadığını ortaya çıkarır. Eser'de babanın yasağı, kendini Ensest yasağı olarak ortaya koyar. Normal şartlarda çocuğun, Ödipal evrede bu yasağı tanıması gerekir; lakin imgesel olan bu süreç, kitapta simgesel bir hal alır ve hiç de iç açıcı olmayan sonuçlar doğurur. Orta Asya'da yaşamlarını sürdüren Türk kabilelerinin birçoğu kendi aralarında evlenmezlerdi. Şöyle ki; amcamızın kızıyla veya halamızın oğluyla evlenmediğimiz gibi. Elbette ki  istisnai durumlar var; ama bu durum konumuzun dışında. Neyse... yani bu durum bir tabu değildir. Bugün için sadece bir bakış açısı, gelenek veya göreneklerimizi getirdiği manevi kültürdür. Nasıl tanımlamak isterseniz öyle tanımlayın. Gerçek olan tek şey var ki, o da bu konu hakkında şu ana kadar söylenmiş olan spesifik bir durumun olmadığıdır.

            Günümüz açısından değerlendirildiğinde, toplumu oluşturan bireylerin düşünce ufuklarının genişlediği, bireyin ve toplumun, dar düşüne kalıplarını kırdığı; hür ve bilimsel düşünme gücüne sahip 21. yy dünyasında bile tabunun etkisini sürdürdüğünü görüyoruz. Bu bağlamda S. Freud'un,  toplumsal olduğu kadar dinsel bir sisteme sahip olan ''totem'' kavramını dinsel ve toplumsal cephede herhangi bir açıklığa kavuşturduğunu söylemek yanlış bir ifade biçimi olur.

            Bilindiği üzere ilkel toplumlarda toteme bakmak ve ona dokunmak ağır bir cezadır. Totemi koruyan tabular ise, S. Freud'un yapmış olduğu bilimsel analizlerden geçerek bu araştırma sonucunda bu tür yasaklara karşı insanların güçlü bilinçaltı güdülerle hareket ettiğini belrtmiştir S. Freud. 

            S. Freud, tabu problemine, hiçbir zaman bir amaç, hedef veya ''antropomorfik'' olarak anlaşılabilecek birşey yüklemedi. Burada kendi fikirleri doğrultusunda bu kavramı bilinçaltına sahip olan insanlara olağanüstü bir yapıda aşılamaya çalıştı. Zaten günümüz okurlarından çok az sayıda bir kitleye hitap etmektedir bu eser. Nasıl ki bireysel bir tanrı anlayışı birçok bilimadamına göre yalancı ve safça geliyorsa o dönemin koşulları altında tabu ve totem kavramlarının yaratmış olduğu karmaşada insanların sosyolojik etkinliklerini, dini merasimlerini, cezalandırma - ödüllendirme yöntemlerini, avcılık - toplayıcılık tarzı yaşamlarını, aile yapılarını gibi birçok unsuru teorize ederek irdelemeyi ancak Freud gibi bir kaçık yapar.

         ''Tanrı, yüceltilmiş bir babadan başka birşey değildir.''

9 Şubat 2010 Salı

Dizgi Yanlışlıkları

           Tanrı'nın yaratmış olduğu tüm yanılsamalar - güzellik, din, ahlak, kıskançlık... - gibi insanların varoluşlarına dair kendilerine verilen rolleri ezberleme konusunda bir farkındalığa sahip olmamaları, gerçekten Tanrı'nın bir tür zaafı mı yoksa cezalandırarak ve ödüllendirerek bin türlü kural empoze ettiği kullarına oynamış olduğu bir oyun mu? Eğer mutlak gücün simgesel bi tanımıysa tanrı, kendisinin görece ve göreli varlıkları olan kullarıyla kıyaslayarak irade sahibi olduğunu düşünmüyorum.

          Evren'i bile bir ''Tanrı'' olarak gören; fakat doğanın acımasız öfkesinden nasibini alamamış insanların, labirent ilişkilerde yollarını kaybederek etrafa yaydığı tüm kozmopolit iğrençliklerin spiritüalist benliğimi sarmasıyla başladı herşey. Tanrı'nın bile unuttuğu o bataklıklardan çıkagelen tüm pislikler, soy ağacından yukarıya tırmanamamış zayıfların (insanların) cenneti olan evreni çoktan boğmuştu bile.

          ''Hedonist'' denilen yaşam çizgisinde yürürken hayatlarını bir an bile sorgulamayarak bir ''hiç''in parçası olmuş insanlara anlatacak hiçbir şeyim yok. Tüm bu anlatacaklarıma inanmalarıysa ''kendi'' benliklerini bana teslim etmelerinden başka birşey olamaz.
           Ego'nun yaymış olduğu o sert rüzgar, içimdeki iyiliği, hoşgörüyü, alçakgönüllülüğü dağıtıveriyor. Belki bu durumun bir kurbanı olarak sürdürmüş olduğum yaşamımda ''yalnızlık'' duygusunun sıradan bir ''yalnız'' olma hissinden farklı olduğunu anladım. Bir bilim insanı kadar olmayabilir; lakin kendi egolarım doğrultusunda uç fikirler üretip lanet olası insanlara ''hiçbir şey'' olmadıklarını göstermek istedim. Bu söylediklerim, kafanızda benim hakkımda yanlış bir şablon oluşturmasın. ''Yalnızlık'' duyan birisi olarak bu hissiyat bana, terkedilme, dışlanma, güvensizlik, umutsuzluk, anlamsızlık aklınıza gelebilecek tüm mücerret oluşlar gibi pesimist bir tavrın getirdiği boşluklarda kaybolma duygusu vermedi. Aslına bakarsanız, Tanrı'nın nefreti olan, ''übermensch'' insanlara karşı yaratmış olduğu zayıf insanlardan hiçbir beklentim yoktu, olamaz da...

         Tanrı'nın yapayalnız bırakmış olduğu bu insanlardan uzaklaşmak istedim. Uzaklaşıp sessizliğin fotoğrafını çekmek istedim. Şehrin yoksul kesiminden hiç dinmeyen ve gitgide yükselen sessiz çığlıklar her ne kadar kulağımı tırmalıyorsa da bunu en içten duygularımla yapmak istedim. Çünkü yalnızken bile hissedemediğim o duyguyu - huzuru- bulmak istedim. Bunun size saçma geldiğini biliyorum; ama tüm bu olan bitenler arasında böyle bir rahatlığa veya ölmüş olan bir tanrının mertebesinde kendisine ulaşmak... İradendeki arzu ve isteklerinden vazgeçerek... Bazen ben bile öldüğünü sandığım tanrının gerçekten diğer insanlar gibi irrasyonel bakış açısı mıyım? diye düşünüyorum. Yazdıklarım konusunda yanıldığımı düşünebilirsiniz; fakat bu durum aynı zamanda sizelere ''aptal'' deme fırsatı veriyor.

         Dışarıda rüzgar, acınası varlıklarıyla yaşamlarını sürdürmeye çalışan insanların suratını yalarken ben kendi dünyamda, sizin içinde bulunduğunuz bu komik halinizi hiç umursamadım. Gelip yüzüme bakmak istediniz. Belki içinizi rahatlatacak bir söz, bir hakarette bulunmak istediniz; fakat buna asla izin vermedim. Bırakın Tanrı'yı, bu durum ben istediğim sürece her zaman böyle olacak.

        Geçen her saniyenin ömrünüze işlediği yaşamınızda, tek istediğiniz benim egomun bir parçası olmak. Hiçbirinizi tanımıyorum, benim için kokain çekerken rulo yaptığım kağıt parçalarından öteye gidemediniz. Size masalsı bir hayat vermedim, hiçbirinize güvenmedim, tanımadım, söz vermedim. Sadece arkamdan konuşun tek uğraşınız benmişim gibi. İnanın hiçbirine kulak asmam aksine bunu bilmek yalnızca egomu tavan yapar ve benim tabandakilerle hiçbir alakam olmaz.

       Biliyorum bu yazdıklarıma zihninizde ve ruhunuzda yer veriyorsunuz belki de vermiyorsunuzdur; ama sadece şunu bilin: Cennet ve Cehennemin bu dünyada olduğu düşüncesine inanıyorsanuz, bu durum size hayal kırıklığından başka birşey getirmez.


          

Tumturaklılığın Yol Açtığı Anlatım Bozuklukları

 Ulusal yayın yapan gazetelerin haberlerini okurken, eminim birçok anlatım bozukluklarına tanık olmuşuzdur; fakat işin anlaşılmayan tarafı   bu yanlışlıklar o kadar çok tekrar ediliyor ki gazete veya dergi okuyucuları bu hataları fark etmiyor; bilakis doğru anlatımmış gibi görmezden gelip gazeteyi okumaya devam ediyor.

             2007 yılının Nisan ve Mayıs aylarında yüzbin kişiyi geçen kitlelerin düzenlemiş olduğu Cumhuriyet Mitingleri ile ilgili olarak milli bir gazete şöyle bir başlık atmış: ''Cumhuriyet Mitingine ortalama yüzbin kişi katıldı.'' Oysa ''ortalama'' kelimesi çoğunluğun belirlediği düşük seviye, istatistiksel bir değerlendirme biçimi manasına gelmektedir. Sözgelimi ''Havalimanına giriş-çıkış yapan binlerce insanın durumunu göz önünde bulundurarak bu durumun vermiş olduğu yoğunluktan dolayı; havalimanında ortalama onaltı saat kalır.'' cümlesi yanlış olmayan bir istimaldir. Buna binaen yukarıda bahsettiğim başlık ''ortalama'' kelimesiyle değil de ''yaklaşık yüzbin kişi...'' şekliyle kullanılması daha doğru olurdu.

           Oldukça sık karşılaştığım anlatım bozukluklarından biri de tamlama yanlışlarıdır. şöyle ki: aynı türde olmayan tamlamaların, tamlayan ya da tamlamaların ortak kullanılmasıdır. Burdan yola çıkarak bu anlatım bozukluğunu,  Kırşehir'e bağlı yerel bir gazetede okuduğum şu haber üzerinde inceleyelim: ''Kırşehir'in Karman İlçesinde her yıl geleneksel olarak düzenlenen Ceviz Festivali sayesinde kültürel ve sanat etkinlikleri gerçekleştirildi.'' Burada yukarıda bildirdiğim anlatım bozukluğuna iki kez rastlıyoruz. İlk olarak ''sayesinde'' sözcüğünden sonra ''dolaylı tümleç'' ,-de -da, eksiklğinden kaynaklanan bir anlatım bozukluğu göze çarpıyor. İkincisinde ise ''kültürel ve sanat etkinlikleri gerçekleştirildi.'' cümlesinde ''kültürel etkinlikler'' sıfat tamlaması, ''sanat etkinlikleri'' isim tamlamasıdır; yani bunlar ortak bir tamlananda birleşmemeliler.

            Bir başka haber ise, Marmaray Projesi kapsamında Haydarpaşa - Gebze arasındaki birçok istasyonun tarihe karışmasıyla ilgili. Başlık ise şu şekilde: '' 5 Tren İstasyonu ve Altgeçitleri yıkılıyor'' Şimdi buradaki problem  ''ve'' bağlacından sonra özne olan ''Tren İstasyonu'' isim tamlamasının ''-nın,-nun'' ekinin almamasından doğan anlatım bozukluğudur. Cümleyi düzeltmeden ''Tren İstasyonu altgeçitleri yıkılıyor'' şeklinde okursak buradaki sorunu rahat bir şekilde görebiliriz.
          
          Şimdi ise hafıza yolculuğu yapıp eskilerden hatırladığım bir konuyu yazmak istiyorum. Gene bir gazetede (tabi burada gazetenin herhangi bir hatası yok) Kadıköy Evlendirme Dairesi'nin otoparkında yazılı olan ''Gelin arabası harici dışında araç giremez.'' fotoğrafı. Bazen aklıma gelmiyor değil ''bu kurumda çalışan yüzlerce insan arasında hiç mi dilbilgisi konusunda bir ayrıcalığa sahip değil'' diye. En azından her konuda uzman olan Hıncal Uluç'un gözünden nasıl kaçmış bu durum, inanın anlam veremiyorum. Sonrada altyapı eksikliklerini telafi etme kaygısıyla herşeyi çözümleyen iki kelimelik genel yargı klişeleriyle ezberlenmiş cümleler kuran insanların kendilerini bu tip alanlarda tabiri caizse ''usta kişi'' olarak öne sürmeleri trajikomik bir durumdan başka birşey değildir.

       Son olarak değinmek istediğim konu, olayın biraz daha ''makro'' yönüdür. Klasik bir söylem olacak; ama dil, duygu ve düşünceleremizi muhatabımıza iletmede en etkili yoldur. Bu gerçek hepimiz tarafından bilinmesine rağmen, maalesef bu durumun gereğini yerine getirmede yeterince hassas davranmadığmızı yukarıda analiz ettiğimiz temel içeriklerden görebiliyoruz. Yapmamız gereken tek şey ve temelde basit bir kavram olan ''dikkatli olmak'' deyimini tüm farkındalığıyla kendimizde hissetmektir.